Hayatın anlamı nedir?

Karbondioksit üretmekten başka bir işlevi olmayan insanoğlunun, hayata geliş sebebini ciddi ciddi düşünür oldum son günlerde. Malum şu sıralar konumuz hep ölüm ve Türkiye gibi bir ülkede kimin ne zaman niyazi olacağı belli değil.

Öldükten sonra ne olacağı konusu da çok göreceli. Dinlere göre cennet cehennem, reenkarnasyona göre başka bedende can bulma, ateiste göre doğaya karışma... Hal böyle olunca hayatı sorgulamak, dünyaya neden geldiğimizi anlamaya çalışmak, ister istemez insanın düşüncelerinde gezinip duruyor.

Bana göre insan dünyaya virüs olarak gönderilmiş. Birileri bize demişki gidin dünyayı yaşanılamaz bir hale getirin. Bu görevi de layıkıyla yerine getiriyoruz toplum olarak. Aslında dinlerin cennet olarak tasvir ettikleri şeyin tam da içerisindeymişiz dünyanın ilk zamanlarında. Sonra, zarar verme, yok etme, bende yoksa kimsede olmasın zihniyetimizle cehenneme çevirmeyi başarmışız dünyayı. Toplumumuzun bir kesimi durumdan bihaber, fazla da irdelemeye niyeti yok, yaşadığı küçük ve beyin kullanmaya ihtiyaç duymadığı alanda mutlu. Diğer kesim ise bir virüs olmayı asla kabullenemiyor ve karşılaştığı, farkettiği her durumda acı çekiyor. Ben de kendimi bu ikinci kategorideki insanlar grubuna yerleştiriyorum.

Virüs olmamak için çevreyi temiz tutmaya çalışıyorum mesela, hayvanlara yardım etmeye çalışıyorum, doğaya zarar vermemeye çalışıyorum. Çiçek koparmıyorum, ağaç kesmiyorum, denizi tuvalet olarak kullanmıyor, etrafa çöp atmıyorum elimden geldiğince. Ama tabiki bunlar yetmiyor ve sorgulamadan edemiyorum, biz burada ne yapıyoruz diye? O yüzden hayatın anlamını ufak şeylere bağladım ve öyle de yaşamımı sürdürmeye çalışıyorum.

İlk olarak insan için en önemli şey bir güvenli bölge oluşturmaktır. Güvenli bölge, ev olarak tabir ettiğimiz yer elbette ki. Mutsuzluğun, monotonluğun günden güne arttığı ülkemizede de güvenli bölge edinmek pek mümkün görünmüyor. Ama en azından sığınacak bir ev bulup etrafımıza sevdiğimiz insanları yerleştirirsek güvenli bölge edinmiş oluruz elbette. Sakın bundan göçebeliğe karşı olduğum anlaşılmasın. İnsan her yerde güvenli bölge oluşturabilir kendine elbette. Mesela deniz kenarında küçük bir kasabada ailenizle birlikte çevreye zarar vermeden, bir kızılderili, bir aborjin gibi doğaya saygılı olarak da misler gibi yaşayabilirsiniz elbette.

Bunun dışında herkes kendi misyonunu bulmalıdır ciddi ciddi. Örneğin biri şifacı olarak geldiyse dünyaya, iyi bir doktor olur ve etrafındakileri iyileştirir. Ya da bir diğeri için yemek yapmaktır misyon ve etrafındakilerin karnını doyurur. Biri ateşi yakar, biri çalı çırpı toplar. Çok komplike olmaya da gerek yoktur. Herkes severek yaptığı işte de başarılı olur elbet. Sınavlar, diplomalar, mülakatlar ve elemelerle hiç alakası yoktur bu bahsettiğim şeyin. Onların zaten insanlıkla hiç alakası yoktur.

Son olarak da üretmek ve ürettiği şeyi etrafa dağıtarak yardım etmektir insanın bir amacı da. Üreten insan mutlu insandır. Bir saksıda domates yetiştirin mesela, yünden bir yelek örün ve bir çocuğa giydirin kışın üşümesin diye. Papatyalardan taç yapıp sevdiğinize hediye edin. Fakirlere yemek pişirin, etrafınızda aç kimse kalmasın. Küçük bir bahçe bulun, ekip biçin.

Tüm bunları yaparken de bol bol gezin, keşfedin. Yeni hayatlar, yeni fikirler öğrenin. Ben hepsini yapabiliyor muyum diye sorarsanız; elbette hayır. Ama hayatımın bundan sonraki kısmını tamamen bu fikirlere göre yönlendirmek için elimden geleni yapıyorum. Yoksa çekilir mi bu dünya treni, yolculuk böyle uzun ve zorluyken...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Neden hep kötüler kazanır?

İtiraf ediyorum; ben bir homofobiğim.

Korku İmparatorluğu